Başlığa aldanıp da sakın ola “Ne diyor bu vatan hainleri” gibisinden bir düşünce geçmesin kafanızdan.
Başlıktaki ifade, Yunanlıların Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklandığı dönemde Yunan Başpiskopos Germanos’un ortaya koyduğu bir slogan.
Hani şu 19 Mayıs’ı sözde “Pontus soykırım günü” olarak ilân eden komşumuz Yunanistan var ya…
Aslında Türk ve Müslümanlara karşı geçmişte yaptığı etnik temizliği ve hukuki anlamda tam bir soykırımı örtbas etmeye çalışan Yunanistan…
Amerikalı tarih profesörü Justin McCarthy’i Türkiye’de pek çok kişi iyi tanır.
Kendi ülkesinin ve diğer bazı ülkelerin yönetimlerinin aldığı “Hiçbir belgesel ve bilimsel temele dayanmayan sözde kararlar”ın aksine, Türklerin hiçbir şekilde hiçbir etnik gruba karşı soykırım yapmadığını ancak tam tersine, Türklerin ve Müslümanların tarihte gerçek anlamda soykırıma uğradığını belgeleriyle ortaya koyan gerçek ve ahlâklı bir bilim insanı.
Geçenlerde Türk Tarih Kurumundan birkaç kitap siparişi verdim.
Bu kitaplardan biri, bugün 76 yaşında olan Prof. McCarthy’nin “ÖLÜM VE SÜRGÜN-OSMANLI MÜSLÜMANLARININ ETNİK KIYIMI-1821/1922” adlı kitabı.
İlk baskısı 2012 yılında yapılmış; bana gelen 2020 yılında yapılan 4’üncü baskısı ve çevirisini Fatma Sarıkaya yapmış.
Kitabı henüz tam anlamıyla okumaya başlamadan önce şöyle bir incelerken, “YUNAN BAĞIMSIZLIK SAVAŞI” başlıklı bölüm dikkatimi çekti.
Bu bölüm, tarihçi George Finlay’in 1861 yılında yazdığı “History of The Greek Revolution” adlı kitabın 172’nci sayfasından alınan şu bölümle başlıyor:
“1821 Nisan ayında Yunan Yarımadası’nın her tarafına yayılmış, tarımla uğraşan yirmi binin (20.000) üzerinde Müslüman insan yaşamaktaydı. İki ay geçmeden bunların çoğunluğu kadın, çocuk denmeden acımasızca ve pişmanlık duyulmadan vahşice katledilmişti. Şimdi bile yoldan geçen seyyahlara taş kümelerini gösterip, ‘İşte şurada Ali Ağa’nın konağı vardı ve biz onunla birlikte ailesini ve hizmetkârlarını burada kestik’ deyip; bir gün bu yaptıklarından ötürü kindar bir öfkeyle karşılaşacağını hiç düşünmeden, bir zamanlar Ali Ağa’ya ait olan tarlaları sakince sürmeye koyulan yaşlı adamlara rastlarsınız. İşlenen suç bir ulusa aitti ve doğurduğu huzur bozucu sonuçlar ne olursa olsun, telafi etmesi o ulusa ait bir davranış biçimi olarak o ulusun vicdanında yer etmeliydi.”
Bu yazıyı bilimsel bir teze dönüştürmemek adına, bu ifadelerin McCarthy’nin “ÖLÜM VE SÜRGÜN-OSMANLI MÜSLÜMANLARININ ETNİK KIYIMI-1821/1922” adlı kitabının 10’uncu sayfasında yer aldığını belirtmekle yetineceğim.
McCarthy, Yunan isyanının 1821 Mart ayında, Osmanlı Devleti’nin bazı görevlilerinin ve özellikle de vergi memurlarının katledilmesiyle başladığını yazıyor.
McCarthy’nin verdiği bilgiye göre, bu katliamları Nisan ayında Yunanistan’ın güneyindeki Mora’da yaşayan Türklere karşı girişilen genel saldırılar izliyor.
McCarthy bu katliamları şöyle anlatıyor (Sayfa-10/11):
“Yunanlı eşkıya ve köylüler, bulabildikleri Türklerin hepsini katlettiler. Türk ve Arnavut olan Osmanlı askerleri pusuya düşürülerek öldürüldü. Kalavyrta ve Kalamata’da yaşayan Müslüman Halk gibi, bazıları, Yunanlıların kendilerini sağ bırakacağı vaadine kanarak teslim olmuşlardı. Ama onlar da öldürüldüler. Laconia Türkleri gibi, birçokları da kaçarken yollarda katliama uğradılar.”
McCarthy, yine tarihçi George Finlay’den alıntı yaparak devam ediyor:
“Bu sırada yarımadanın her köşesinde, Hristiyan halk Müslüman halka saldırıp onları canice öldürmüştü. Çaresiz şekilde kalelere kaçanların geri dönme ümidini kırmak için, Müslümanların konakları ve bağ evleri yıkılmış, malları tahrip edilmişti. 1821 yılında, 26 Mart’tan Nisan 22’ye rastlayan Paskalya yortusuna kadar geçen sürede, on beş binden (15.000) fazla (Müslüman) cana merhametsizce kıyıldığı ve Türklere ait üç bin (3000) kadar bağ eviyle yerleşim biriminin de yerle bir edildiği sanılıyor.”
“Yunan Başpiskopos Germanos’un ilan ettiği gibi, isyanın vatansever sloganı: Hristiyanlara huzur! Konsüllere saygı! Türklere ölüm!” oldu diyor McCarthy.
Mc Carthy’nin aktardığı bilgilere göre sağ kalabilen yegâne Türkler, muhkem (Sağlam) mevkilere saklanabilenlerdi.
Bunlar aileleriyle birlikte, Osmanlı garnizonunun bulunduğu Atina Akropolis’i gibi yerlere kaçtı ancak oralarda da kuşatılarak öldürüldü.
Şanslı olan çok azı, Osmanlı askerlerince kurtarılabildi.
Yunan isyanı yayıldıkça yeni yeni bölgeler saldırıya uğradı ve Müslüman katliamı oralarda da devam etti.
Missolonghi’deki Müslümanlar hemen katledildi ancak Türk kadınları, zengin Rum ailelerin evlerinde köle olarak alıkonuldu.
Vrachori Müslümanları işe işkenceyle öldürüldü.
Burada dikkati çeken bir husus, Yunanlılar tarafından “Kâfir” olarak addedilen Yahudilerin de Müslümanlarla birlikte soykırıma uğraması.
McCarthy, “Yunanistan’daki Türklerin ölümü savaş zayiatı değildi.” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Yunan çetelerinin eline geçen tüm Türkler, kadın ve çocuklar dâhil öldürülmüştü. Tek istisna, köle olarak alıkonulan birkaç kadın ve kızdan ibaretti. Bazen savaş sarhoşluğu içinde ve eski efendilerinin düştüğünü görmek arzusuyla, Türkler derhal öldürülmüşlerdi ama katliamların çoğu planlı ve serinkanlılıkla işlenmişti. Şehir ve kasabaların bütün Türk nüfusu toplanıp şehir dışına yürütülmüş ve kuytu yerlerde boğazlanmıştı.”
Prof. Justhin McCarthy “Örneğin Tripolitza’da (Tripoliçe)” diyor ve dipnotta yaptığı “Türkleri masum gösterecek herhangi bir sözcük sarf etmekten kaçınan Woodhouse bile burada yapılan Türk katliamını kabul etmek zorunda kalmıştır.” hatırlatmasının ardından C.M. Woodhouse’un ilk baskısı 1952 yılında yapılan “The Greek War of Independence: It’s Historical Setting, Londra” adlı çalışmasından şu bölümü aktarıyor:
“Perişan (Türk) halkı, üç gün süreyle vahşi haydutların hırs ve zulmüne maruz bırakıldılar. Yaşına ve cinsiyetine bakılmadan hepsi katledildi. Öldürülmeden önce kadın ve çocuklara işkence yapılmıştı. Katliam o kadar mahşeriydi ki Kolokotrones’in (Çete Elebaşı) kendi anlatımına göre; kasabaya girdiğinde, hisar kapısından itibaren atının nalları toprağa değmedi. Onun zafer yolu, halı gibi insan cesetleriyle kaplanmıştı. İki günün sonunda, sağ kalabilen feci haldeki iki bin (2000) kadar her yaş ve cinsiyetten Müslüman, bilhassa kadın ve çocuklar merhametsizce toplanıp, yakındaki bir dağdan uçuruma yuvarlandı ve orada parçalandılar.”
Şimdi Türk-Yunan dostluğuna inanan okurlarımızın bir bölümü diyecek ki “Neden durduk yerde bunları yazıp, düşmanlığı körüklüyorsun?”
Asla öyle bir amacım yok hatta Yunanistan’a gittiğimde karşılaştığım dostça muameleyi, daha önce hazırladığım haberlerde aktardım; Yunanistan makamları ile Yunan halkının misafirperverliğinden, sıcak tutumundan bahsettim.
Elbette geçmiş, geçmişte kaldı.
Acıları tekrar tazelemenin kimseye faydası yok ancak…
Tıpkı Ermenilerin “Zırvaladığı” bir “Soykırım” yalanının bir benzerinin hayata geçirilmeye çalışıldığı şu günlerde, geçmişte yaşanan bu insanlık suçlarını hatırlatmaktan başka çare kalmadığı düşüncesindeyim.
1948’de imzalanan “Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin (SSECS)” 2’nci maddesi “Soykırım”ifadesinin hukuki tanımını şu şekilde yapıyor:
“Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: Grubun üyelerinin öldürülmesi, grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi, grubun yaşam koşullarının grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması, grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması, çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.”
Bu tanımlama, Yunanlıların o dönemde Türklere ve diğer Müslümanlara yaptıklarıyla bire bir örtüşüyor.
Türkiye, tüm bunları çok iyi bilmesine rağmen şu ana kadar çok da gündeme getirmedi.
Yunanlıların bir soykırım uydurma telaşının ardında aslında bu kirli, karanlık, kanlı geçmiş yatıyor.