SARIKAMIŞ ŞEHİTLERİNİN ANISINA
“Sarıkamış’ı yalnız Enver’in bir deliliği gibi görmek yanlıştır. Türk Milleti tarihte zaman, mesafe ve mekâna karşı çekilmiş bir kılıçtır. Enver’in, Kafkaslar’ın buz çığları dibinde, tabiata ve imkânsızlığa karşı kullandığı silah gene o idi…” (Falih Rıfkı Atay)
Bundan tam 105 yıl önce, 1914 yılının 15-22 Aralık tarihleri arasında Kars’ı Ruslardan geri almak için harekâta girişen 118.000 kişilik Türk Ordusu, Sarıkamış yakınlarındaki Allahuekber dağlarında dondurucu soğuğa yenik düştü.
Belki dahice bir fikirdi, Başkumandan vekili Enver Paşa’nın, sonu faciayla biten planı.
Büyük bir güçle, Rusları hiç beklemedikleri bir yerden, Allahüekber dağlarından aşarak vurmayı ve Kars’ı yeniden vatan topraklarına katmayı hedeflemişti.
Allahuekber dağlarının yer yer 2 ilâ 3 bin metrelerinden geçiliyordu ve ısı sıfırın altında 40-50 dereceye kadar düşüyordu.
(ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR – SUYU ARAYAN ADAM KİTABINDAN)
“Ağabeyimin şehit düştüğü bu Sarıkamış faciası cereyan ederken ben, henüz asker değildim. Fakat sonra asker olup da cepheye varınca, katıldığım kıtalarda bu muharebenin hikayeleri henüz canlı olarak yaşıyordu çünkü bu kıtalar, o harekâta katılan alaylar ve tümenlerdi. Sarıkamış faciası, bütün bir orduyu hemen tamamen yutmuş olmakla beraber bu alaylarda hala, bu savaştan kalan bir kaç kişi bulunuyordu. Sarıkamış hikayeleri, bizim cephe sohbetlerinin daima kanlı ve karanlık bir konusu olarak kaldı. Bir Allahuekber Dağı’ndan, bir Allahuekber gecesinden bahsederlerdi. Sarıkamış çukurunun kuzey batısına düşen bu yolsuz, izsiz dağlarda, bir adım ilerisinin görülemediği kar tipileri ve fırtınalar arasında bir türlü sabahı gelmeyen, zifiri bir gecede, hatta bir tek düşman görmeden, bir tek düşman öldürmeden olduğu yerde donan, eriyen binlerce yaralı ve yarasız askerin hikayesini anlatırlardı. Hala hatırlıyorum ki, onu anlatanlar bir an gelir, etraflarındaki sessizlikten ürkerek, hikayelerini yavaşça ve yarı yerde keserlerdi. O zaman hepimiz birer vesile bulur, zeminlikleri terk ederdik. Siperlere, askerlerin, nöbetçilerin başlarına giderdik. Şark yaylasında rüzgarlar gene uğuldardı. Art arda, dağ gibi dalgalar şeklinde kar, tipilerini gene savururdu. Gece, inim inim inlerdi. Gene ağabeyimi düşünürdüm. O Allahuekber gecesinde her ne yapmışsa ona, şehitliğinden sonra ve üsteğmenliğe çıkalı çok olmadığı halde yüzbaşılık da vermişlerdi. Şehit haberiyle yüzbaşılık bildirisi beraber gelmişti. Siperlere koştuğum zaman, karanlık geceye savrulan kar tipileri arasında onun, kanlarla bulanmış yüzbaşılık sırmaları içinde, genç fakat mahzun hayalini görür gibi olurdum. İmanlı, dindar, ibadetlerine düşkün bir Müslümandı. Babamın kaderciliği, benden çok onda yaşardı. Şehitliği över ve özlerdi. Övdüğüne, özlediğine kavuştu“.
(KURMAY SUBAY ŞERİF BEY’İN “SARIKAMIŞ” ADLI KİTABINDAN)
“Konak yerlerinden karanlıkta hareket ettik. Bölük, olgunluk ve sükûnetle birer ikişer kol başlarını takip ediyordu. Kol başlarında kılavuzlar vardı. Haritaya göre, üç saat sonra biz yukarı hattaki boyun noktasını geçeceğiz zannediyorduk; iki misli mesafe katettik, yine yokuştan kurtulamadık… Dağa çıktıkça etrafın manzarası hem güzel, hem de vahşi bir şekil alıyordu. Her taraf yalçın ve engin derelerden müteşekkil gibi görünüyordu. Biz kar ve buz kayalarıyla meşhur olan bütün bu dereleri, tepeleri ve sonra birçok alçak dağları, ayağımızın altında görüyorduk. Topçular bu dik ve derin karlı dağ yolundan nasıl çıkacaklar, aklım ermiyordu. Biz zahmetle, güçlükle fakat disiplin ve düzenden ayrılmayarak çıkıyorduk. En nihayet çıktık. Fakat bizi arka tarafı iniş bir boyun noktası değil, belki gayet geniş ve sonsuz gibi görünen bir kar yaylası karşıladı… Pek yorulmuş ve güçsüz düşmüştük. Tüm yayla üstünde kesin bir rüzgar ve arkasından şiddetli bir tipi başladı. Bu andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye yardım etmesi ve hatta söz söylemesi, sesini işittirmesi imkânı kalmadı ve uzun, sonsuz denecek kadar uzamış olan yol kolu dağıldı. Asker enginlerde, dere içlerinde, orman bucaklarında, nerede kara bir nokta, nerede dumanı çıkan bir ocak gördü ise oraya saldırdı ve kolordu dağıldı… Yol kenarında karların içinde çömelmiş bir asker, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyordu. Kaldırıp yola sevk etmek istedim. Asker önceki hareketini, feryadını, dişleriyle, tırnaklarıyla çabalamasını hiç bozmadı ve beni hiç görmedi. Zavallı çıldırmıştı. Bu suretle şu lanetli buzullar içinde biz belki on bin kişiden fazla insanı bir günde karların altına bıraktık ve… Geçtik“.
Allahuekber dağları, 37 bin şehit verilerek aşıldı ve Sarıkamış kuşatıldı.
Sarıkamış kuşatma harekatı aşırı soğuk ve açlık yüzünden, hedef ele geçirilemeden, 5 Ocak 1915’te sona erdi.
Osmanlı Ordusu bu dağlarda, cephede, hastalık ve donma sonucu 60 bin şehit verdi.
Her türlü imkana sahip ve yıllardır savaşa hazırlanan Rus birlikleri de bu savaşlarda 32 bin askerini kaybetti.
(FALİH RIFKI ATAY – ESKİ SAAT – 1933)
-“Sarıkamış’ı yalnız Enver’in bir deliliği gibi görmek yanlıştır. Türk milleti tarihte zaman, mesafe ve mekâna karşı çekilmiş bir kılıçtır. Enver’in, Kafkaslar’ın buz çığları dibinde, tabiata ve imkânsızlığa karşı kullandığı silah gene o idi…Türk milleti son harpte bilhassa iki yerde tabiat ve imkânsızlıkla boğuşturuldu: Çöl ve Sarıkamış… Allah’ın birini ateşten, birini buzdan yarattığı bu iki müthiş cehennemde ‘Türk sabrı’, ‘Türk cür’eti’ imtihandan geçti. Sarıkamış Şehitleri bir güneş aksinin hasreti ile; Sina Şehitleri bir su damlasının hasreti ile öldüler. Birinin güneşi Türk cesedini bir kar gibi eritti; öbürünün karı bir madde gibi dondurdu. Fakat Türk’ün ruhuna ne oldu? Bu ruh gösterdi ki hala güneşten daha zorlu ve buzdan daha yakıcıdır. Bütün harp şarkta sanki Türk milletine üç büyük şeref kazandırmak için hazırlandı: Bu üç şerefin biri Çanakkale, öteki Sarıkamış, üçüncüsü Çöl’dür. Çöl ve Sarıkamış faciaları Türk Devletinin niçin battığını ve Türk Milletinin niçin yaşadığını gösteren iki tarih düğümüdür“.